Yarım Kalan Hikaye

on 19 Temmuz 2009 Pazar


Yağmurlu bir gündü.Evimde oturup yeni demlemiş olduğum çayımı yudumluyordum.Bir yandan da dışarıyı izliyor,gök gürültüsünün ürpertici sesini dinliyordum.Güneşli ve cıvıl cıvıl bahar havasından çok,böyle havaları seviyordum.

Hikayem için düşünüyordum,dokunaklı ve acıklı bir hikaye yazmayı planlıyordum.Ama bir türlü hikayeme giriş yapamıyordum.Olaylar,yerler,kişiler;kafamda her şey okadar netti ki ama bir türlü hikayeme başlayamıyordum.Sanki birşeyler eksik gibiydi ve bir türlü neyin eksik olduğunu bulamıyordum ve bu da yazmamı engelliyordu.
Bir anda her şeyi bıraktım.Yalnız kalmam gerekiyordu.Derin derin düşünmek için okuma odasına geçtim ve koltuğuma uzandım.Gece oldu ve hala yağmur yağıyordu.Yağmurun hışırtılı sesini seviyordum,kandil ışığında düşünmeyi seviyordum.Dedemden kalma kandili yaktım ve gecenin derin sessizliğinde uzun düşüncelere daldım.

"Bir hikayem vardı yarım kalan.Bir hikayem vardı içinde aşk barındırmayan.Aşka karşı bütün umutların yok olduğu,düşlerin kırıldığı,hüzün kokan şehirlerin bulunduğu bir hikaye.Bir hikayem vardı içinde cümleler olmayan düşler barındıran.Puslu düşünceler,hüzünlü gülümsemeler,zoraki yaşanmışlıklar...Bir hikayem vardı beni anlatan,bir hikayem vardı içinde sen olmayan..."

Düşünceler içinde yüzerken, son cümle kulaklarımda çınlıyordu sanki;"Bir hikayem vardı içinde sen olmayan."
Saate baktım,epey bir geç olmuş.Ayağa kalktım."Hayır,olamaz.Onu anlatmamaya söz verdim.Hiç bir zaman bahsetmemeye yemin ettim.Anlatamam,anlatamam..."

Evet,bir hikayem vardı içinde sen yoktun.Eksiğim sendin.Senin yüzünden yarımdı hikayem.Ama kararlıyım.Bu hikayede sana yer vermeyecektim.Sensiz de tamamlayabilirdim hikayemi.

Düşünmekten yorgun düşmüştüm artık.Yatağıma uzandım.Yağmur dinmişti."Gerçekten de,o olmadığı için mi yarımdı hikayem?"Yok,bunu düşünmek bile istemedim.Fakat bir türlü kafamdan atamıyordum bu düşünceyi.Gözüme uyku girmiyordu bir türlü.Yorgundum,uyumak istiyordum.

Uyku tutmadı,dışarı çıkmaya karar verdim.Biraz gezinti iyi olur diye düşündüm.Şemsiyemi de yanıma aldım ve çıktım.Temiz hava daha iyi geldi bana.Yağmur tekrar yağmaya başladı.Hafif hafif çiseliyordu.Şemsiyemi açmaya gerek duymadım.Yağmur altında hoş bir gezinti yaptım.Sabahı selamlayıp eve geri döndüm.Bir gün daha geçti,yeni bir gün başladı.Yarım bir gün...

"Bir ben vardım sen olmadan yarım kalan.Bir sen vardın yarım kalan hikayelerimi tamamlayan.Bir hikayem vardı sen olmadan tamamlanmayan..."

Şimdi ne mi yapıyorum? Her hikayemde seni anlatıyorum.

Anladım...

on 1 Temmuz 2009 Çarşamba

Bilinçsizliğimin bilincinde düştüm yollara.Başka diyarlarda buldum kendimi.Sonunda bendim,ben olabilmiştim.Fakat niyeydi tüm bu benlik arayışım.Ego bu kadar önemli miydi?Anladım,anladım...Benden vazgeçtim.Artık herşeyi daha net görebiliyordum.Herşeyde aşk vardı,her baktığım,her gördüğüm yer aşkı anlatıyordu bana.Bilinçsiz bilincimin de aradığı buydu.Aşkı görebilmek,onu anlayabilmek...İçimdeydi,her yanım onunla kaplıydı.Artık onu içimde hissedebiliyordum.Başka diyarlarda ararken kendimde buldum.Bir bütündüm artik.İnsanlık,Dünya,evren...artik herşeyin ne için olduğunu biliyordum.
Bilebilme derecesine ulaştim,aşkın ulaklığını yapmaya başladım.Bana delisin dediler,ayrı tuttular beni,dışlandım.
"Neden,neden kendinizden korkuyorsunuz?Onu baska yerde neden arıyorsunuz?"O" içinizde,size sizden daha yakın.İçinizdeki sonsuzluk denizini keşfedin.Onu benlik duvarının içine hapsetmeyin.Benden vazgeçin artık."


Olmuyordu,kimse sesimi duymuyordu.Kimse bana bakmıyordu.

"Sen,sen...Hiç yabancı değilsin kimsin sen?"

"Beni ne cabuk unuttun.Aynadaki suretini ne cabuk silebildin.Aynaya bakip bakip böbürlendiğini,böbürlendikçe bencillik duygularının kabardığını ne çabuk unuttun?"

"Sen o musun?Ne kadar çirkinmişsin.Dünya üzerindeki en kötü suret bile senden daha güzel."

"Artik beni beğenmiyorsun.Seni ele geçiremem,herşeyin farkındasın,akıllısın, görebiliyorsun.Seninle işim bitti,başkalarına musallat olurum."

"Dur gitme başkalarına zarar verme.Neden bu kötülüklerin?Neden bizlerle uğraşıyorsun?Dünyayi bizlere neden zindan ediyorsun?Gitti,gitti..."

"Uyanın artık,uyanııııın!"Uyarmalıydım herkesi...

Feysbuuk Kerameti

on 27 Haziran 2009 Cumartesi


Ulen feysbuuk ne alem şeysin, nasıl hayatımızın tam ortasına gelip de oturdun?fikir

Ablamla birlikte arkadaşlarının yanında oturuyorum.Kızlar bir araya gelince napacaklar tabiki de dedikodu kazanını kaynatmaya başlayacaklar, öyle bir durumun içindeyim.(Dedikodu yapmayan kızları tenzih ederimgile)Normalde dedikodu yapmaktan ve yanımda yapılmasından hiç hoşlanmam ama konu konuşulmayacak bir şey değil ki kardeşim.Benim de iligimi çekti tabii.
Anlatıyorlar işte:
"Karısından ayrılmış.Dört beş yaşlarında çocuğuda var.Çocuğu göstermiyorlarmış.Madem ayrılacaktın neden kaçırarak evlendin.Eski sevgilisiyle evlenmiş.Diğer kız eski eşyanın üstüne oturmuş,bir daha kalkamamış.fikir(kötü niyetliler yanlış anlamayın bu oturma işiniaround)Kızın babası evlatlıktan red etmiş falan filan..."

Anlayacağınız tam bir aile faciası.Ama bu eylemleri gerçekleştiren başrol oyuncusu çok rahat.Hayatından memnun.Olan küçücük çocuğa olmuş.

Muhabbetin sonunda soruyolar nereden öğrendin tüm bunları cevap mükemmel feysbuuktan.

Nostradamus felan halt yemiş bu feysbuukun yanında.Ciddiyim,geç feysbuukun başına "Ey yüce feysbuuk kiiim, kiminleee, neredeeee, ne yapıyooor, kim görmüüüüş, ne demiiiş???"dedin mi öğrenmediğin şey yok.fikirYa da "Feysbuuk feysbuuk söyle bana var mı bu sanal alemde benden daha güzeli?"desen veremeyeceği cevap yoktur heralde.

En kısa zamanda çocuk hikayelerinin feysbuuk üzerine kurulması lazım.Yabancılık çekmesin yavrucaklar.

Not:Aldığım sağlam istihbaratlara göre Nostradamusun kemikleri sızlıyormuş.Biri şuna ağrı kesici versin.blur

Gerçekler Acıdır

Her geçen gün şiddet olayları artmakta.Gazetelerin ikinci sayfalarına baktığımız zaman hep iç karartıcı haberler.Taciz olayları bir yandan,normal bir şeymiş gibi adam öldürme bir yandan,intiharlar bir yandan, ikinci sayfalar hep bu ve bunun gibi haberlerle dolu.

Bütün bunların temeli ne diye uzmanlar defalarca tartışmışlardır.Bence kültürel ve ahlaki çöküntünün yanı sıra sorunun önemli kaynaklarından birisi de ailedir.Aile içi sevgi ve saygı görmeyen bireyler, yetişkin duruma geldiklerinde sadistçe ve psikopatça eylemler gerçekleştirebilirler.Bu nedenle kişi bir suç işlemişse,o suçu işlemesinde dolaylı olarak ailesinin de katkısı vardır.Bu noktada suçluyu yakalayıp hapse atmak yetmez,ailelerinde sorgulanması gereklidir.

Bu şiddet eğilimlerinin diğer bir etkeni de popüler kültür adı altında, gençlerimize empoze edilmeye çalışılan batılılaşmadır.Batılılaşma adı altındaki alkol-uyuşturcu-seks üçlüsünün emperyalist devletlerin oyunu olduğunu bildiğimiz takdirde,toplumdaki ahlaki çöküntünün de bir nebze önüne geçmiş oluruz.

Malesef ki tarihinden bir haber gençler yetişmekte ve amaçları sadece ve sadece eğlence olmaktadır.Üretme ruhu öldürülmüş tüketmeye programlanmış robotlar.Eğer geleceğimiz bu tip gençlere emanet olacaksa kısa bir dönem için bağımsız ve bütün bir Türkiyeden bahsetmek güçtür.

Fazla konumuzdan kopmadan,sevgi ve aşk üzerine yoğurulmuş bu evrende şiddet üzerine yönelmek bir saçmalıktır.Yeni nesle Yunus Emre'nin "Yaradılanı severim,Yaradan'dan ötürü."felsefesini benimsetirsek gelecek için sağlam temeller atmış oluruz.Önemli olan herşeye sevgiyle bakabilmek.

Not:Neden böyle ciddi bir yazı yadığımı merak eden olabilir.Gazetelerin ikinci sayfa haberlerinden sıkıldım artık.O tarz olaylar yaşanmasın istiyorum.E biraz da gerçeklerden bahsetmek lazım.Ülke üzerindeki oynanan oyunlara gözlerimizi kapamak emperyalist devletlerin ekmeklerine yağ sürmekten başka bir şey değildir.Arada sırada bu tarz yazılar yazmaya devam edeceğim.

Safgüzarlar

on 21 Haziran 2009 Pazar

Özlenenler köşesi yapmanın zamanı gelmiş, hatta bayağı bir geçmiş.blur
Çocukluğum Etibank lojmanlarında geçti."Hey gidi günler heyyyy!"deyip, anlatmaya başlayacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz.aroundFacebooka bile konu olmuş. "Etibank Lojmanlarında çocukluğum geçti"diye grup kurmuşlar.Kurulmayacak gibi değil ki kardeşim,sitede onca sene oturmuşsun, oradaki arkadaşlıklar,anılar unutulmuyor ki.

Sitede oturduğumuz için evden istediğin saatte çık istediğin saatte gir, ohh rahata bak var mı böyle çocukluk.Unutamadığım, hatırladıkça güldüğüm bir anımı da anlatmadan geçemiyeceğim.

Beş veya altı yaşlarındayım.Her zamanki gibi sokağa çıkmışım arkadaşlarımla oynamaya.Yukarı siteden koşa koşa bir arkadaşım geliyor.Elinde de bir gazoz.Heyecanla yanımıza yaklaştı"Olum vayya misafiyhanede bedava gazoz veyiyolar.Babanın adını sölüüyon veyiyolay.Baaak."Der demez bizi de bir heyecan kapladı tabii,bütün çocuklar hurraaaa yukarı siteye misafirhaneye.Oradaki garsonlar da bizim saflığımızdan yararlanıyor.Biz geçtik sıraya parayı veren düdüğü çalar misali babasının adını söyleyen gazozu alır.O zaman gazozun yanında neler aldığımı hatırlayamıyorum.Her birimizin elinde ayrı bir şey.Biz saflar herşeyin bedava olduğunu sanıyoruz tabii.Ay sonuna kadar bu böyle gitti biz bedava diye her gün birşeyler alıyorduk.Ay sonu gelince olay ortaya çıktı.Babam eve geldi,anneme soruyor"Misafirhaneden ne aldınız."
Yazık kadıncağız benim böyle bir şey yaptığımı nerden bilsin "Yok bir şey almadık."Babam "E maaş bordrosunda niye öyle gözüküyor.Allah Allah bir yanlışlık olmalı,misafirhaneye gidip bir sorayım."Babam misafirhaneye gitti geldiii olayın geri kalan kısmını hafızadan silmişim.Eve gelişinden sonraki kısmını hatırlamıyorum.gileAma o günden sonra öğrendiğim bir şey oldu.Misafirhanden alınan şeyler bedava değilmiş.Hayattan aldığım ilk ders nerede beleş oraya yerleşme oldu. aroundSenin beleş sandığın şeyler beleş olamıyabiliyormuş.Ertesi gün yine hayat hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu.Kıçı kırık it gibi oradan oraya dolaşıp yaramazlık yapmaya devam ediyorduk.

Böyle değişik bir anı işte.Özgürce bir çocukluk geçirdim orada,bu nedenle iyiki de çocukluğumu orada geçirmişim diyorum her zaman.pinokio

Özledim işte; misafirhanede satılan şeyleri bedava sanıp, yiyecek içecek bir şeyler almayı özledim.

Önemli Olan Şekil...

on 20 Haziran 2009 Cumartesi


Toplantıdan kovulan mühendisin haberini duymayan kalmamıştır herhalde.Bilmeyen varsa da biraz bahsedeyim.Çorumda il koordinasyon kurulu toplantısı yapılıyor,konuşma yapmak üzere kürsüye jeoloji mühendisi Veysel Uykan çağırılıyor ve bundan sonra dananın kuyruğu kopuyor.

Mühendisin topsakallı ve kot pantolonlu olduğunu gören vali,yazık adamcağıza demediğini bırakmadı.Herkesin önünde rencide etti.Adamın top sakalına kadar karıştı ve konuşmasına izin vermeden kürsüden inmesini istedi.Tabiki mühendis inerken de çok güzel cevabı yapıştırdı,"Sizin başka işiniz yok mu sayın valim."

Tabiki ben de tv başında bu haberi izliyorum,"Hey yarabbim sen bana sabır ver."dedim.sighAma helal olsun mühendise tek bir cümleyle de onca lafın altında kalmadı.
Toplantılara katılma prosedürlerini bilemem, ama vali denen birisinin çocuk azarlarmışcasına koskoca adamı takım elbise giymemişsin diye onca kişinin içinde azarlaması çok utanç verici birşey.Şekle ne bakıyorsun kardeşim asıl önemli olan fikirdir.Belki adam alanında başarılı birisi ve herkese faydalı bilgiler verecekti.Ama bunu düşünen yokki.Makam sarhoşluğunun altında şekilcilik yapmaya devam edilsin.Belki Çorum tek tip insan modeline daha çabuk geçer.

Ben valinin yerinde olsaydım(kaldı ki isterse toplantıya bermuda şortla katılsın,ben fikirlerin önemli olduğunu düşünürüm),böyle bir rahatsızlık duymuşum;orada insanların önünde bunu dile getirmem,ilk önce karşımdaki kişiyi düşünürdüm.Toplantının bitmesini beklerdim ve mühendisi yanıma çağırıp tatlı bir dille rahatsızlığımı anlatır ve bir dahaki toplantıya takım elbiseyle gelmesini rica ederdim.Yani o makamın hakkını vererek bunu yapmış olurdum.

Kaldı ki takım elbiseyle,sakalla saygı olmaz.Takım elbiseli saygıdan yoksun, koltuk sevdalısı insanlara ne demeli.Takım elbiseli şekilci olmaktansa kotlu mühendis olurum daha iyi.

Şekilcilğin hakkını veren büyüklerimiz olduğu sürece bu ülkenin katttttiiiiyyyyeeen sırtı yere gelmez.Gelebilir mi,ne mümkünatı var değil mi?Elin oğlu ayda koloni kurma peşinde koştursun,uzaya roketler fırlatsın.Sen burada kim ne giymiş onunla uğraş.

Ah ülkem vah ülkem!!!celebrate

Başkalaşım süreci...

on 11 Haziran 2009 Perşembe


Dört beş gündür blogun yeni görüntüsüyle uğraşıyorum.Daha önceki temam bana bayağı bir sıkıcı geliyordu.Turuncular içinde boğuluyordum sanki.Fakat eski tema için de çok uğraşmıştım.Bu yüzden bir türlü kıyamıyordum, yeni tema bulup değiştirmeye.Bloggerın kategorilendirme gibi bir özelliği yok bilirsiniz.Eski temamda küçük simgelerle kategori yapmak için az mı uğraşmadım.Şimdi düşünüyorum da o kadar da uğraşmaya değmezmiş.Yeni tema buldum ya şimdi böyle konuşuyorum.around

Bu yeni temam da wordpressten uyarlama.Öylesine google amcama sormuştum "blogger tema" diye.O site senin bu site benim dolaşıyordum.Bir blog buldum,baktım bu temayı yabancı bir sitede keşfetmiş.Keşfeden şimdi aklıma gelmiyor,o kadar araştırmış bulmuş.Buradan onun blog adresini verip yönlerdirmek isterdim,ama hatırlayamıyorum.Emeğe her zaman saygım vardır,bari wordpressten uyarlayan yabancı siteyi vereyim.Blogumun en alt köşesinde de yönlendirme linki mevcut ama ben yine de adresi vereyim:
Ahan da buradan
Yeni görünüm iyice içime sindi.Bu görüntüyle daha mutluyum,iç açıcı,ferahlatıcı bir yanı var.gile

Bu arada nedendir bilemiyorum,şimdiye kadar planladığım yazıları bir türlü bloga aktaramıyorum.Her tasarladığım yazıyı da en ince ayrıntısına kadar yazmak istiyorum.Biraz da titizlikten midir nedir,başlıyorum yazıya,bakıyorum beğenmiyorum,hooop sil baştan tekrar başla.Tekrar tekrar derken bu sefer saçmalamaya başlıyorum.Böyle yarım kalan bir çok yazım var.celebrateDaha hikayemi tamamlayamadım.Şimdi tekrar okuyorum hikayeyi, yine beğenmiyorum.Acaba diyorum,hikayeyi tekardan mı kurgulasam.gigitjariArtık nasıl bir ruh haliyle yazdıysam hikayeyi,çok karamsar bir yazı çıkmış ortaya.

O yarım bu yarım derken,sadece yazılarım değil hayatımda da yarım kalan bir çok şey olduğunu farkettim.Eğer durum böyleyse ciddi bir problem var ortada.En iyisi mi yarım bıraktıklarımın listesini çıkarıp tamamlamak.O zaman belki bütün sıkıntı ve kaygılarımdan kurtulurum.

Meğersem hayatı 1/2 modunda yaşıyormuşum,haberim yokmuş.Diğer yarımı da bulursam,iyi olacak.blurBaşkalaşım geçirmem dileğiyle...

Melankolik Ürün

on 7 Haziran 2009 Pazar

Melankolik halden nasıl kurtulacağım bilmiyorum.Her şey mi hüzünlü gelir kardeşim.Nereye baksam acı fışkırıyor sanki.Haha! bunu deyince aklıma Ata Demirerin gösterisi geldi."Üzerimde gereksiz bir acı" blurAynı bu haldeyim.Ne yapsam ne etsem de kurtulsam bu halden.Böyleyken insan hep bir şeyler yazmak istiyor.Bu halimin bir ürünü olarak ufak bir şiir denemesi yaptım bakalım nasıl olmuş.

Bendeki Sen
Sendin benim sevdiğim,sendin
Bir başkası değil.

Her defasında bir başkasını anlatsamda,
İçimdeki seni anlatıyordum sana.
Sendin bendeki.

Sanaydı serzenişlerim,sanaydı
Belki farkındaydın,belki değildin.
İncitmek mi istemezsin beni,
Anlamadım ki...

Bütün gece seni sana anlattım,
Ama sen bilmiyordun.
Her zamanki gibi,
Bütün masum güzelliğinle,
Beni dinliyordun.

Sanki ellerimle bütün kapıları kapattım.
Belki baştan kapalıydılar,
Ben açık sanıyordum sadece.

Yüreğimin bir köşesine saklanmışsın,
Bulamıyorum seni...

Nasıl bir şiirse artık bende anlayamadım.Böyle tuhaf bir şey çıktı işte.blur

Ruh Hali Analizi

on 3 Haziran 2009 Çarşamba

(Ruh halimi anlatan resim)

Bir önceki yazıma baktım da beni bayağı kızdırmışlar.Şimdi aynı şeyler olsa gülüp geçerim.Ama insanın her zaman ruh hali aynı olmuyor.Benim de böyle dönemlerim oluyor.Önceki yazım da agresif-depresif zamanıma denk gelmiş.Yazımı tekrar tekrar okuduğumda "ne kadar çok kızmışım" diye şaşırıyorum.

Öyle bir ruh halindeyken sanki her şey üstüme gelir gibi olur.Bazen öyle zamanlar olur ki kaçıp gitmek isterim kimsenin beni tanımadığı yerlere.Sanki kaçtığım zaman bütün sorunlarım arkada kalacakmış gibi...Fakat kaçmak çare olsa.Düşüncelerin de seninle beraberinde gelir nereye gidersen git.Önemli olan beni mutsuz eden düşüncelerden kurtulabilmek.

Arasıra böyle ruhumun sıkıldığı haller olur.Bu durumdayken hiç konuşmam.Çevremdeki tüm insanlar sanki bana muhalefetmiş gibi gelir.Bu yüzden yaptıkları her harekete gıcık olurum.Hatta hiç suçları yokken terslediğim bir kaç arkadaşım olmuştur.(Eğer yazımı okursanız garezim size değildi.Yüzünüze de söyledim zaten )

Aslında sorun herkesin bizim gibi olmasını istemekte.Benim gibi düşünsün,benim gibi yapsın,ben gibi söylesin,ben,ben,ben...İnsanın doğası gereği bencilce davranışlardan biri olması gerek.Her elin parmağı bir değildir.İnsanlar da haliyle birbirinden farklı olmak zorunda.Bu fark olmasaydı zaten,monoton dediğimiz hayat daha da çekilmez olurdu.Bunları düşünürken aklıma matrix'in üçüncü filmi geldi.fikirAjan simit virüs gibi kendini kopyalıyor.Bir bakmışsın herkes simit olmuş.Allahım kabus mu görüyorum.Biri beni uyandırsın.blurİyiki herkes farklı.Hayat farklılıkları yaşamak değilmidir zaten.

Bu hallerden sizi kurtaran birisi varsa, ne mutlu size.Benim var biri Saba Tümer.Diğeri değer verdiğim birisi.Canım sıkkın oldu mu açarım Saba Tümeri,onun bir kahkahası benim bütün neşemi yerine getitirir.Ya da geçerim bilgisayarın başına onunla konuşurum.Onunla derken Saba hanım değil yanlış anlaşılmasın. :D Değer verdiğim birisi dediğim kişi.İsmini yazmıyorum çünkü izin almadım.O da yazılarımı takip eden birisi sağolsun.(Kuzum kendini biliyorsun,İyiki varsın pinokio)

Böyle hala çözemediğim karmaşık bir ruh halim var.Bu konu üzerinde derin araştırmalarım devam ediyor... fikir

Etkiye Tepki!!!

on 26 Mayıs 2009 Salı

(Isaac Newton)

Elimden geldiğince samimi bir şekilde yazılarımı yazmaya çalıştım ve bu şekilde yazmaya devam edeceğim.Bloglamanın özgür dünyasını kavrayamayan insancıklar her nedense bunu anlayamıyorlar.Hiç olmazsa biz blogcular her konudaki düşüncelerimizi mertçe yazıyoruz.Biraz da bu yönden bizlere saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.Bu nedenle her okuduğum bloga yorum bırakırım.Çünkü yorum blog yazarını yazmaya teşvik eden etmenlerden bir tanesidir.Yanlış da anlaşılmasın ben yazıları yorum almak için de yazmıyorum.Daha önceki yazılarımı okuyanlar varsa da böyle bir kaygıyla yazı yazmadığımı anlarlar.Bu blogu da neden açtığımı "Bir Blogun Doğuşu" adlı yazımda da belirtmişimdir.

Neden bu kadar tepkili bir yazı yazdığımı merak eden olabilir.Benim tepkim sadece empati yapamayan insanlara.Onlara kızmıyorum aslında.Yapamamakta haklılar.Çünkü bizlere böyle bir duygunun var olduğunu öğretmemişler.Hepimiz empati özürlü yetiştirilmişiz ve bu sayede iyice bencilleştirilmişiz.Ama şuna kızıyorum; daha kendini çözemeyip kendi eksikliklerini tamamlamayıp da başkalarının kusurlarını arayan insanlar beni deli ediyorlar.

Allaha şükür ki farkındalığı elde edip bu duyguyu edinebilmişim.Olmayanlara da tavsiyem şu; önce empati nedir öğrenin, benim veya bir başkasının yazılarını öyle okuyun, ona göre değerlendirme yaparsınız.

Siz en içten duygularınızla bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz, karşınızdaki kişi hiç bu yönü düşünemeyip "bir kaç cümle okudum saçma geldi hemen kapadım."diyebilme lüksünü nereden buluyor acaba buna şaşarım.En azından yazının veya blogun tamamını okursun ona göre iyi veya kötü eleştiride bulunursun ben de ona göre yazılarımda daha dikkatli davranırım.

Şunu da belirtmek isterim ki duygu ve düşüncelerini yazıya dökmek her babayiğitin harcı değildir.Kaldı ki dökebiliyorsun bunları internette yayınlamak da biraz cesaret ister.Keşke herkes blog açacak kadar dürüst olabilse. En azından ben dürüst bir şekilde düşüncelerimi yazıya döküp kendimi anlatmaya çalışıyorum.Var mı bundan daha güzel bir yöntem!!!

Bir kaç farklı samimi blog daha görmek istersen şunlara da bir göz at istersen:

Öykü
Kunegond
Zapt-ı Hayat
Bir Damla Su
Yaşadıkça

Blogcunun halinden en iyi blogcu anlar herhalde.Zapt-ı Hayat adlı blogun açıklaması anlatmak istediklerimi çok güzel özetlemiş “yazdıklarımdır bana en güzel ayna, var gel sen beni yazdıklarımdan anla…”

Not:Tepkili olduğum kişiler kendilerini bilmektedirler.

Platonik aşkla yaşamak...

on 25 Mayıs 2009 Pazartesi


Tüm umutların tükendiği anda bir ışık belirir sanki karanlığın ortasında.Sonra o ışığa doğru yönelirsin,takip edersin onu.Ne yapacağını bilemez halde sürekli yürürsün ona doğru,yürürsün ama bir türlü ulaşamazsın.Sen ona yaklaştıkça o senden uzaklaşmaktadır aslında.Çaresizce koşarsın,koşarsın,koşarsın yakalayıp kaybetmemek için.Zamanla bu sende bir arzu,bir tutku haline dönüşür.Ulaştığında bütün acılarının dineceğine inanırsın,sonra...Sonrasını düşünmeye korkarsın.Kavuştuktan sonra içindeki ateşin sönmesinden korkarsın.Düşlerinde büyüttüğün gibi olamayacağından korkarsın.Bir yanın vuslatı arzularken bir yanın vuslattan kaçmaya başlar...

Bir bakmışsındır ki yakalamışsındır ışığı.Ama içinde tüm bu korkulardan dolayı buruk bir sevinç vardır.Fark edersin ki düşlediğin gibi değildir herşey.Hüsrana uğrarsın,yıkılırsın.Bir anda bırakıverirsin elinden,bir daha yakalama fırsatının olmadığını bile bile.Düşlerini gerçeğe tercih edersin,karanlıklar içinde büyütmeye devam edersin.

Aradan uzun zaman geçer.Artık ruhun paramparça olur,benliğin yok olur ve tamamen o olursun.İstesen de çıkaramazsın içinden.Çünkü bedeninin herbir zerresine perçinlenmiştir bir kere.Çıkarabilsen de ruhunda derin yaralar bırakacağını bilirsin.

Zamanla alışırsın.Onunla yaşamayı öğrenirsin.Bir başkası olsa da hayatında, ömrünün sonuna kadar içinde hep onun olacağını bilirsin...

Uyanamayan Dev

on 13 Mayıs 2009 Çarşamba


Yazmayalı neredeyse bir buçuk ay olmuş.Artık bir şeyler yazmanın vakti geldi de geçiyor bile.İlk yazmaya başladığım zaman geldi aklıma.İçimde sürekli konuşan hiç susmayan bir insan vardı sanki.Dürtüp duruyordu şunu da yaz bunu da yaz,yaz,yaz...Ve böyle sürüp giderken bir şeyler ters gidiyordu sanki.Yazdıklarımla çeliştiğim fikrine kapılmıştım ve o an yazmayı bırakıp kendimi incelemeye başladım.

Uzun bir süre kendimi dinledim ama bir türlü sorunun kaynağını bulamıyordum.Sorun bende değildi.Yazdıklarımla da çelişmiyordum aslında.Bir süre sonra farkettim ki çevremdeki insanlar benim savunduğum fikirlerimle çelişmekte ve bunların yansıması da beni etkilemekteymiş.

Kendimle çelişmedğimi anladıktan sonra hemen bir hevesle yazı yazmaya devam edeyim dedim.Fakat bir türlü başaramadım.Kendimi dinleyeyim derken içimdeki devi de uyutmuşum meğersem. :D Ne yapsam ne etsem bir türlü uyandıramadım.Bir kaç zorlama yazı deneyeyim dedim baktım o da olmuyor.Anladım ki zorla güzellik olmaz.Bizim dev herhalde yanlış mevsimde kış uykusuna yatmış. :) Neyse biraz daha bekleyelim belki uyanır derken bir baktım ki aradan uzun zaman geçmiş.Dedim senmisin uyuyan, aldım elime mızrağı bir dürttüm ki uyanış o uyanış.Bu acıyla bir daha ömür boyu uyumaz herhalde.Şimdilik biraz uyku sersemi,kendine geldiği zaman yine geveze haline döner. :D

Tabi ki bu uzun arada suskun tarafımla hikaye yazmaya başladım.Son zamanlarda okuduğum kitaptan da etkilendim.Kitap Mehmet Rauf'un Eylül diye bir romanı.Türk edebiyat tarihinin ilk psikolojik romanı olarak da kabul edilir.Kişilerin olaylar karşısındaki durumunu anlatan güzel bir kitap.Okumanızı tavsiye ederim.

Daha önce arkadaşımın yaşanmışlıklarından esinlenerek yazdığım hikaye gibi bu sefer biraz kendi yaşanmışlıklarım biraz da hayal dünyamın yardımıyla hikayeye başladım.Başladım başlamasına fakat hikaye bir türlü bitmek bilmiyor.Bizim hikaye oldu roman uzadıkça uzuyor.Hala da sonunu getiremedim ama en kısa zamanda toparlayıp blogda yayınlayacağım.Çok uzun olduğu için kısa kısa ön hikayeler şeklinde parçalamayı düşünüyorum.O da aşağı yukarı beş veya altı bölümden oluşur herhalde.

Ohh be!!!Dünya varmış.Yazmak ne güzel bir şeymiş ;)

Beğendiğim bir yazı!

on 19 Mart 2009 Perşembe

Çok yoğun bir hafta geçirdiğim için blogumu aksattım.Malumunuz,şehir dışından gelen arkadaşlarla,üniverste arkadaşlarıyla buluşacağım derken arayı uzatmışız.Blogu açtığımda bana çok kızdı."Nerdeydin sen?Çok yalnız bıraktın beni?"
Patlamak için bekleyen bir volkan gibiyim.İçimde o kadar çok şey birikti ki yazmam lazım.E hemen işe koyulalım o zaman.Şu an yazacağım bir başkasından alıntı.Blogu ilk açarken alıntı yapmamaya karar vermiştim.İnsanların ahvali üzerine de yazacaktım fakat vakti zamanında zatın biri çok güzel bir şekilde yazmış.Benim de hoşuma gitti paylaşmaya karar verdim.Belki başka yerde de okumuşsundur.
Aslına bakarsan olayın tetikleyicisi de ablamdır.Eski ders kitaplarını karıştırırken lise yıllarında yazmış olduğu kağıdı bulmuş.Yazı onun da hoşuna gitmiş herhalde, o zamanlar bilgisayar neyim de yok hemen kağıda karalayı vermiş :D
Efendim yazıyı yazan A.Kanevski diye bir zat, daha önce hiç duymadım duyanınız vardır belki.Bakalım neler karalamış bu zat-ı muhterem.

İşaretler
Bir gün insan "virgül"ü kaybetti.O zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı.Cümleleri basitleşince,düşünceleri de basitleşti.

Bir başka gün "ünlem" işaretini kaybetti.Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı.Artık ne birşeye kızıyor ne de birşeye seviniyordu.

Bir süre sonra "sor işareti"ni kaybetti ve soru sormaz oldu.Hiç birşey ama hiç birşey onu ilgilendirmiyordu.Ve ne evren,ne dünya,ne de kendisi umrundaydı.

Bir kaç sene sonra "iki nokta üst üste" işaretini kaybetti ve davranış sebeplerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.


Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız "tırnak işareti" kalmış kendine has tek bir düşüncesi yoktu,yalnız başkalarının düşüncesini tekrarlıyordu.

Son "nokta" ya geldiğinde düşünmeyi ve okumayı unutmuş durumdaydı.

A.Kanevski

Ne güzel de açıklamış değil mi? Herkes tek düze hayat yaşamaya başlamış herkes birbirine benzer duruma gelmiş.Size tek bir sorum olacak: Farklı fikirleri mi yönetmek daha zordur yoksa aynı fikirleri mi? Yorumu size kalmış...

Düşündüm ki...

on 7 Mart 2009 Cumartesi


Bir sonraki yazım ne hakkında olsun diye düşünüyordum.İşin aslı yazacak o kadar çok konu var ki,o sonsuz düşünce denizinin içinden kelimeleri yakalayıp bir araya getirmek marifet.Denizin içinde kelimeleri yakalamak için çırpınırken en sonunda birini tuttum ve baktım ki "düşünce" çıktı.Blog adresim de "olası düşünce" olunca artık bu konu hakkında yazmak gerektiğini düşündüm.Her düşüncenin bir olasılığı vardır diyerek konuya giriyorum :D

Düşünmek,felsefenin anası babası herşeyi.Öyle ki Aristo,hayvanlarla insanların arasındaki farkı anlatmak için "İnsan düşünen bir hayvandır." demiş ve tartışmaları başlatmış.
Doğru açılardan bakmasını bilirsek doğru bir söz söylemiş.Aslında Decartesin şu sözü olayı kısaca özetler nitelikte:"Düşünüyorum öyleyse varım."

Düşünmek gibi bir kabiliyetimiz olmasaydı içgüdülerimizle yaşamımızı devam ettirirdik herhalde.O zaman hayvanlardan ne farkımız olurdu ? ;)
Düşünce nedir?Açıklaması zor ama düşünce hem somut hem de soyuttur.
Soyuttur elle tutulamaz,somuttur tam olarak gözle olmasa da görülür.Somuta örnek verirsek;gördüğümüz rüyaları nasıl olur da gözümüzle görmediğmiz halde herşeyi net ve belirgin bir biçimde anlatırız? Sonuçta rüyalarımız da düşüncelerimizin bir parçasıdır.Kitaplarda anlatılan olayları gözümüzde canlandırarak okumazmıyız?

Biraz felsefe yaptıktan sonra anlatmak istediğim hikayeme geleyim:
Dersten çıktım.Eve gitmek üzre otobüse bindim ve arkaya oturdum.Otobüs hareket etmiş ben farkında değilim, düşünce vadime dalmış geziniyorum.Birden fark ettim ki otobüs kalabalık ama bir o kadar da sessiz.Sonra insanların yüzlerine baktım,kimisi okuldan,kimisi işten,çarşıdan,pazardan gelmiş otobüse binmişler.Günün yorgunluğundan olması gerek herkeste derin bir sessizlik.Böyle insanların düşünceli hallerini incelerken aklıma Mel Gibson'ın oynadığı Kadınlar Ne İster? filmi geldi.Bir an için onun yerinde olmak istedim.Otobüsteki bunca insan ne düşünüyor diye merak ettim.Yalnız filmdeki gibi sadece kadınların değil, herkesin düşüncesini istediğim zaman okuma fikri gerçek dışı olsa da başladım düş peşinde koşmaya...
"Gerçekten de herkes birbirinin düşüncesini okusaydı dışarılarda gezen dolaşan insan bulamazdık.Herkes bireyselleşir aile diye bir kavram olmazdı."diyerek herkesin düşüncesini okuma fikrinin iyi olmadığı kanaatine vardım.Herkesin düşüncesi kendine efendim. ;)

*****
Uzun uzun düşünelim.Hayal dünyamızı geniş tutalım.Ne işime yarar demeyin.Küçük bir örnek verirsem:Banka, hastane vb. gibi yerlerde insanlar can sıkıntısından bunalırken sen kendi düşünce okyanusunda sıkılmadan yüzersin.

Notçuk:Düşünme kelimesini 23 defa yazmışım.Bunula birlikte 24 :D Yazım sağolsun bloguma slogan da buldum "Her düşüncenin bir olasılığı vardır."

Ömrümün son demine kadar...

on 2 Mart 2009 Pazartesi


Serin bir haziran akşamında hayatımın anlamıyla birlikte güneşin nazlı nazlı batışını izliyorduk.Hani küçük çocuklar anneleriyle birlikte biryerlere giderler de eve dönme vakti geldiği zaman "Anne biraz daha!Anne biraz daha kalalım!"derler ya,işte öyle dermişcesine batıyordu güneş.Gitmek istemiyordu işte...
Bu hüzünlü batışı seyrederken geçmişin içinde buldum kendimi.Bundan otuz sene önce tanıştığımız gün geldi aklıma.Ben o zamanlar yerinde duramayan bir delikanlı, "O" ise bütün masum güzelilği ile çevresine tılsım saçan bir peri...

İşim gereği Ankaraya gitmiştim.Bir lojistik şirketinde çalışan, o şehir senin bu şehir benim dolaşan bir gençtim.Yapmam gereken işlerimi erken halletmiş akşama şehirden ayrılmak üzre otobüs biletimi almıştım.Saat daha erkendi.Otobüsün kalkış saatine daha çok vardı.Bu nedenle biraz gezip dolaştıktan sonra Kızılayda kendini pek belli etmek istemeyen nezih bir kafeye girdim.Vaktimi dolduruyor,çarşıda dolaşırken aldığım kitabı okuyordum.Birden kapı açıldı ve içeriye biri girdi.Bütün ağır başlılığıyla karşımdaki masaya oturdu.Ben donup kalmıştım,elimdeki kitabı unutmuş ona bakakalmıştım.O ana kadar, o zamana kadar hiç böyle birşey olmamıştı.İçimde birşeyler kıpırdıyor,içim karıncalanıyordu.Beğendiğim birisiyle bügüne kadar gidip konuşmuşluğu olmayan ben,böyle birşeye cesaret edemeyen ben...İçimde birşeyler değişiyordu, ilk görüşte aşk mıydı bu?Aşk dedikleri şey bu muydu?Birden bütün cesaretimi toplayıp o zamana kadar hiç yapmadığım şeyi yapmaya karar verdim.Ne kaybederdim ki üç saat sonra otobüsüm kalkacaktı nasıl olsa."Ne diyecektim,yanına gidip ne söyleyecektim.Beni red eder mi?Red ederse ne yaparım?Unutur muyum, unutabilir miyim?"
Kafamda bütün bu düşünceler yanına gittim.
-"Merhaba.Ben Mehmet."
Kafasını hafifçe yukarı kaldırdı,yüzüme baktı ve gülümseyerek.Cevap verdi:
-"Merhaba."
Bir başka merhabaydı bu ne istiyorsunuz dermişçesine.Bütün heyecanımla devam ettim:
"Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.Böyle birşey yaptığıma ben de inanamıyorum."
Karşılık verdi:
-"Neye inanamıyor muşsunuz?"
Birden afalladım.Ne diyeceğimi bilemedim.Bu bilinçsizliğimin içinde lafı fazla uzatmadan:
-"O kadar hoş o kadar güzelsiniz ki bu güzelliğiniz karşısında büyülenmemek elde değil.İlk defa hiç tanımadığım birisinin yanına gelip içimden geçenleri söylüyorum, işte buna inanamıyorum."
Cevap verdi:
-"Kendiniz söylediniz, beni tanımıyorsunuz bile..."
Cümlesini tamamlamadan araya girdim,bu "bile" nin arkasından red cevabı geleceğini biliyordum çünkü.
-"Haklısınız sizi tanımıyorum bile az önce kendim söyledim.Fakat,fakat..."
Sözler boğazıma düğümlenmişti.Haklıydı ikimiz de birbirimizi tanımıyorduk.Bir bayan için böyle birşeyi kabul etmek büyük bir cesaret gerektirirdi.
Yüzüme baktı:
-"Fakat?"
-"Beni anlayın lütfen.Bütün cesaretimi toplayıp yanınıza geldim ve size duygularımı açtım.Bügüne kadar hiç yapmadığım bir şeydi bu.Doğru birbirimizi tanımıyoruz,bunu kabul etmek bir bayan için de büyük bir cesaret gerektirir.Bir şans verseniz..."
Kabul etmeyeceğini anlmıştım.Otobüs saatim de yaklaşmaktaydı.Ayrılmak zorundaydım ve son bir umutla:
-"Bu kartvizitim.Düşüneceğinizi kabul ediyorum.Gitmek zorundayım,sizi rahatsız ettiğim için tekrar özür dilerim.Son bir şey isteyebilir miyim sizden?"
-"Buyrun."
-"Lütfen bunu bana çok görmeyin, isminizi öğrenebilir miyim?"
Bütün o zarafetiyle gülümseyerek:
-"Ayla"dedi.
-"Teşekkür ederim,teşekkür ederim."diyerek ayrıldım yanından.Gitme vakti gelmişti.İşim gereği yine bir başka şehire gitmek üzre ayrılıyordum Ankaradan.Ayrılıyordum ama ayrılmak gelmiyordu içimden.O gün şehri bir başka sevmiştim işte, hep sevecektim.

Aradan dört beş gün geçmişti, Bandırmadaydım.Aklımdan bir türlü çıkaramıyordum Ayla,Ayla,Ayla...Küçük bir umut vardı içimde:"belki düşünür de kabul ederse ömrümün son demine kadar beraber olcağım."İçimde hep bu düşünce...
Umutlarımın tükendiği bir günde bir ömür boyu saklayacağım o mesaj geldi:
"Merhaba.Ben Ayla beni hatırladınız mı..."

Böyle başlamıştı bizim hikayemiz...

*küçük bir not:Bu hikayeyi bir arkadaşımın hayatından esinlenerek yazmaya çalıştım.Hikayede geçen kişi,olay ve yer isimleri tamamen hayal ürünüdür.Can dostuma... ;)

Olacak O Kadar ve Plastip Show

on 26 Şubat 2009 Perşembe

Televizyon izlediğim bir günde kanallar arasında geziniyordum.Gez gez gez yararlı bir şey yok derken birden fox tv de durdum.Bir baktım ki Levent Kırca.Bir baktım ki "Olacak O Kadarın" yıllar önceki görüntüleri.En azından onüç ondört yıllık görüntüler.Bir an için değiştiremedim de.İzleyelim bakalım dedim yıllar önce gündemde neler varmış.Nelerle dalga geçiryormuş,nerelere kimlere gönderme yapıyormuş Leven Kırca.Kısa güldürülerini keyifle izledim.Fark ettim ki aradan yıllar geçmesine rağmen güldürülerinin hala güncel olması hayret vericiydi.
Bu olay üzücü ve bir o kadar da düşündürücüydü.O zamandan bu zamana ülkede ne bir gelişme var ne de bir ilerleme.Hiçbir değişim yok.Değişen tek şey "Olacak O Kadar" gibi eleştirel güldürü gösterilerinin artık günümüzde olmamasıydı.

Birden geçmişe yolculuk yaptım ve o zamanlar "Olacak O Kadar" tarzında neler vardı diye.İlk aklıma gelen "Plastip Show" oldu.Reha Muhtar döneminden önce Show Tv de haberlerden sonra yayınlanan ve sıkı espirileri olan kısa güldürü gösterisiydi.Ne günlerdi o günler. ;) Kuklalarla siyasetçilerin,topçuların,popçuların taklitleri yapılırdı.En çok da siyasetçiler taklit edilirdi.En çok da onlara gülerdim.Bir Süleyman Demirel taklidi,bir Tansu Çiller taklidi.... :D
Geçmişe özlem duymamak elde değil.

Bu nedenle "özlenenler" diye bir bölüm açmaya karar verdim.Kıyada köşede kalmış ya da unutulmaya yüz tutmuş şeyleri özlenenler köşesinde ele alacağım.Bir sonraki özlenenler yazısında görüşmek üzere.

Bir blogun doğuşu!

on 19 Şubat 2009 Perşembe


Aslında bloglamaya başlarken ilk bu yazıyı yazmam gerekirdi.Her şeyin bir başlangıcı vardır ve her şeyin bir nedeni vardır.Bu blogun da bir hikayesi var.Sağ üst köşede hakkımda bölümünde kısaca açıkladım.Evet o gün canım sıkılmasaydı belki bu blog ortaya çıkmaycaktı....Buyrun hikayeye ;)

Canım sıkılıyor,canım sıkılıyor,canım sıkılıyor.Her şey anlamsız geliyor.İçimde garip bir duygu.Hani hayatta hiç bir şeyden tat alamazsınız ya işte öyle bir şey.Önüme dünyayı serseler umrumda değil.Arkadaşım soruyor :"Noldu? Bir şey mi var? Ben mi bir şey yaptım?"
"Hayır birşey yok.Sadece canım sıkılıyor."Öyle amaçsızca canımın neden sıkıldığını bulmaya çalışıyorum.Fakat bir türlü sebebini bulamıyorum.Canımın sıkıldığını düşündükçe sıkıntım iyice artıyor."Offf canım çok sıkılıyor!"
Eve geliyorum sıkıntım hala geçmedi.Kendimi oyalamak için birşeyler yapıyorum.Tv seyrediyorum.Yok o da olmadı.Sıkılıyorum işte.En iyisi mi bilgisayarın başına geçeyim.Ne yapayım ne yapayım.Bilgisayarda da yapacak bir şey yok.Dur bakalım google amcaya sorayım "can sıkıntısı nasıl geçer?"google amcam hemen cevap verdi ve şapkadan tavşan (beyaz tavşan)çıkardı.Ne yapalım canımız sıkılıyor okuyalım bari.
"Hmmm adam güzel yazmış.Çok haklı.Yazdıklarını hakikaten dikkate alacağım.Evet bir yerlerden başlamak lazım..."

Ve başladım da, ortaya ilk olarak bu blog çıktı.Dürüst olmam gerekirse bügüne kadar hiç günlük tutmadım.Yazmak nedir bilmezdim.Sadece orta okulda kompozisyon dersleri olurdu orada yazardım.Fakat çok düşünürdüm.Gecenin sessiz saatinde, kimsenin olmadığı bir ortamda.Saatlerce düşünürdüm.Ne bileyim her konuda düşünürdüm işte.Olayları kendimce yorumlardım.Belki kendimi böyle rahatlatıyordum.

Beyaz Tavşanı ( Çağdaş Abiyi ) okudum.İyi ki okumuşum.O zaman anladım ki benim "boş yere can sıkıntısı" gibi bir lüksüm olamaz.Belki o gün anlayamamıştım neden canımın sıkıldığını.Ama şimdi çok iyi anlıyorum.Zahiri göntüye takılmış,mutlak gerçeği unutmuşum.Evet bu dünyanın yalan olduğunu bile bile...

Şimdi neden mi yazıyorum? Yazdıkça gelişirsin,geliştikçe yazarsın.Bu saatten sonra da bırakmam,bırakamam.Çünkü bir kere yazmanın tadını aldım.

Teşekkürler Çağdaş abi.Şükürler olsun Allahım...

Dümenin başında kim vaaar ?

on 15 Şubat 2009 Pazar

Bu denemeyi filme gittikten sonraki gün yazmaya başlamıştım.Ellerim düşüncelerimin hızına yetişemez duruma geldi ve tıkandım.Düşüncelerimi toparlarım umuduyla bir ara vereyim dedim.Tesadüftür ki takip ettiğim Çağdaş abi de filmi örnek göstererek bir yazı yazmış.Bu nedenle yazısını benden önce yayınladığı için yazıyı bırakmıştım.İlk bakışta bu beni üzmüştü daha sonra fark ettim ki iki farklı kişiden filmden çıkardığımız gözlemler.Böylelikle aradan bir ay geçmiş.Yeni yazı yazacaktım ama baktım ki bu yazım garibim yarım kalmış bari bunu tamamlayayım dedim.Yalnız okumadan önce çağdaş abi ne yazmış bir göz atın.(okumak için tıkla)

Ders çalışıyordum ve canım sıkıldı.Aklıma da bir konu geldi ben de yazmak istedim.Gittiğim filmden de etkilenmedim desem yalan olur herhalde :D.Filmin konusu şöyleydi:
"Hayatında herşeyi red eden ve hayır kelimesiyle bütünleşmiş bir adam vardır.Bu şekilde sıkıcı ve monoton yaşarken bir arkadaşıyla karşılaşır. Arkadaşı ona bu sıkıcı hayattan kurtulmasını söyler ve bir seminerden bahseder.Adamımızın bir kabus görmesiyle hayatı değişir.O seminere gitmeye karar verir.Orada bir anlaşma yapar ve artık herşeye koşullsuz şartsız evet demeye başlar.Ardı arkası kesilmeyen olayların içine kendini atmış olur.Bütün hayatı değişir.Artık hayatı bir komedi furyasına dönüşmüştür.Arkadaşları bu durumu kendi lehlerine kullanırlar,kendi karekteriyle tamamen zıt birisine aşık olur...."
Evet burda keselim.Çünkü filmden örnek vermek istediğim noktaları anlattım.

Değinmek istediğim noktalar şunlar:
Kahramanımızı; hayatını otomatik pilota bağlamış,dış dünyaya kendini tamamen kapamış bir rotasız kaptana benzettim.Evet hayatta hiçbir hedefi yoktu ve amaçsızca yaşıyordu.Çevremizde de rotasız kaptanlar çoğunlukta değil midir? Herkes otomatik pilotta...Neden kimse dümenin başına geçmek istemiyor? Ya da ne için korkuyoruz ? Kendimize göre çoğumuzun bu sorulara verilecek doğru ya da yanlış bir çok cevabı vardır.Eminim bunların bir çoğu da bahanelerden ibarettir...Evinin içine kapanmış birşeyler yapmak isteyipte hiçbir şey yapmayan tipler çoğalmadı mı etrafımızda?

Hikayenin devamında kahramanımız seminere gidiyor ve herşeye koşulsuz şartsız evet diyor.Bu durumda da dümenin kontrolünü tam eline geçirememiş yarı otomatik pilot konumunda.Yani her şeyin farkında ama kendini tamamen olayların akışına bırakıyor.Yaşadığı hayat tamamen kendi kontrolü dışında.Filmdeki kadar abartılı olmasa da bizler de böyle değilmiyiz.Hayatımızın dönüm noklatarında kendi kararlarımızı almak varken neden başkalarının yönlendirmesiyle hareket ediyoruz?Böyle yaparak kendi içimize set üzerine setler çekiyor ve başklarının iradesi altında yaşamaya başlıyoruz.
Şimdi hooop kardeşim dur bakayım orda! Dümenin başına geç ve hayatının kontrolünü eline geçir.Kendi rotanı çiz.Set çekmeye değil set yıkmaya bak.Sen setleri yıktıkça hayatın fırsatları da yavaş yavaş ayağına gelecek...

Ne duruyorsun hala, hadi başla!!! :)

Radyo programı tadında

on 11 Şubat 2009 Çarşamba


Hey! Heeeey! Hey! AAAAAy aaaay aaay aaaaay! Sizlere buradan yeni yine yeniden merhabalaaaaaaaar ! (Alkış) Aaaa efendim utandırıyorsunuz beni.Alkışlamayın aaa lütfen arkadaşlar yapmayın.Aaa olmuyo bak kızmaya başladım.Alkışlamayın dedim len aaaa bir şeyi de abartmayın kardeşim yaaa.Normal yurdum insanı işte. :) (kahkahalar= eheuhuehe hahaha)

Efendim bu gün yazacağım (sizin okuyacağınız) konu birilerinin biraz canını sıkabilir.Eminim bu konuya katılmayacak bir çok arkadaşım da olacakdır.Evveeet konuya giriyorum sıkı durun kemerlerinizi bağlayın. :) Bildiğiniz gibi hergünü özel kılmakta üzerimize yoktur.Her güne olmasa bile belirli günlere bir kulp bulmuşuz bulmuşlar bulurlar. :D İlkokuldan da hatırlarım belirli gün ve haftalar diye bir dergi olurdu.İşte taaaaa ilkokulda beynimize kazımış oldukları; yok efendim amcalar günü, yok efendim teyzeler günü, yok neymiş babalar günü,anneler günü,öğretmenler günü,altın günü :) onun günü bunun günü dünü bugünü karıştırır olduk (kahkahalar=eheuheheuhe hahaha hhihihi)
Gel gelelim bir gün vardır ki Allahımmmm yarabbim sabırrrr
(Bir an için sesizlik ve derin bir oh çekiş) :)
Sevgililer günü...Bu ne gündür be kardeşim.Büttttüüüün önceden programlanmış kendini insan sanan robotlar,aynı gün bir restorana,kafeye her hangi bir yere işte toplanır birbilerine hediyelerini verirler.Bende soruyorum bu arkadaşlara yılın diğer 364 günü napıyorsunuz :) Muhabbetlerini düşünsenize :

"Hanimiş benim böcüğüm agucuk gugucuk amanın amanın yesinler sevsinler.Sana bir sürprizim var."

Sanki bilmiyormuş gibi utanmadan birde sorar

"Neymiş neymiş çabuk söyle."

"Sana ayıcık aldıııııımmm (ehiehiehi)"Salak bir gülümseme

"Yaaaaa aşkooooom bi tanesiiiiiin.Benimde bi ayıcığa ihtacım vardı kendimi hayvan olarak çok yalnoz hisediyodoooooom" (haaahaaaytttt bunun sonu hiç hayra alamet değil burada keselim) :D

Yahu arkadaşım siz kenidinizi bu günde nasıl rahat hisediyorsunuz hayret.Herkezle aynı günü kutlamak biraz abes değil mi sizce? Sanki topluca benim sevgilimle geçirdiğim zaman kutlanır gibi gelir bana, bu yüzden kendime bu günde dışarı çıkma yasağı koyarım çıksam bile sevgilimle olmayacağım kesin :)
Birde bu işin hediye boyutu var.Kendini şartlandırıyosun hediye alıcam diye ondan sonra ortaya saçma sapan görüntüler...Kendini kasma arkadaşım bu kadar.Senin günün, bügün(14 şubat) olmasın.Senin günün başka bir gün olsun.İçinden geldiği gibi davran,içinden geldiği gibi hediye al. Koyuver gitsin yaaaa! (zaaaart! fazla kaçırdık bu sefer :) ) Amman fazla koyuverme altına kaçırırsın (eheuhu ehe )
Ekonomi canlansın diye cin fikirli bir esnafın iş adammının bulduğu bir olay helal olsun adama.Valla gidip elini sıkıcam bu günü kurgulayan adamın :).Hadi bakalım bize yol gözüktü. Adamı bulmaya gidiyorum.Kalın sağlıcakla.Bu yazıyı okuyan ve yorum yazan,yorum yazmak isteyipte yazmayan arkadaşlara teşekkürü bir borç biliriz.Gözlerinize sağlıııkkkkkk! (bir jenerik müziğiyle kapanır) :)

Bir garip ergenekon paradoksu...

on 30 Ocak 2009 Cuma



Son günlerde artık ergenekonla yatıp ergenekonla kalkıyoruz.Ergenekon aşşşşaaaa ergenekon yukarııı.Abicim bıktım artık bu ülkenin başka derdi yokmuuu!!! Güzelim destana yazık ediyolar beee :) Benim paradoksum şu :
Eğer ergenekon diye bir örgüt yoksa ergenekon bir destandır. :D Ergenekon diye bir örgüt varsa da bu işin başında kim var onu bilmiyoruz.Yılanın başını ezmezsen yılan ölür mü misali...

Kanımca ortada bir oluşum var ama basit bir oluşum değil.Örümcek ağı gibi hertarafa kök salmışlar...Yav arkadaş onu bunu bırak da gelecekte bizim çoluk çocuğa ne anlatacaz.Bilirsiniz ki büyük Türk destanlarımızdan birisidir.Bu arada övündüğümüz destanımızın adı kirleniyor bunu hiç düşünen yok..
"Babacım ergenekon nedir ?"

"Eeee şey destan.."

"Nasıl destan olur kitaplarda örgütten bahsediyoo"

Haydaaa buyrun cenaze namazına gel de açıkla şimdi bunu ilk okul çağındaki çocuğa

"Eee yavrum şimdik şöyle oluyor...."(bu diyalog bitmez :) )

Buradan yetkililere sesleniyorum..Lütfen efendim bundan sonra örgütleri destanlarımızın ismiyle anmayalım.Bundan sonra destan ismiyle örgüt kuracakları da kurmadan tespit edip hemen yakayalım :) Yoksa ortalıkta övünülecek Türk destanı kalmayacak...

Korkum şudur ki başka örgütler de özenip isimlerini Türk destanı koymaları...Manas diye bir örgüt türerse hiç şaşmamak lazım :)

Bu arada şunu da belirtmek isterim ki ; ben bu zamana kadar ne ocu oldum ne de bucu..Bir taraf tutsak ne fayda..Pardon fayda mı dedim tamamen zarar efendim taraf tutmak.Bak bakalım ülkenin durmuna, alevi-sünni,Türk-kürt,a partisi-b partisi şeklinde bölünmüş durumda.Eee durum böyleyken ne taraf tutarsın ey yüce insan kalk ayağa silkin kendine gel...Birlik olmadan dirlik olmaz...

Velhasıl kelam efendim benim sözüm burada biter.Ben madalyonun ne arka tarafını ne de ön tarafını gösterdim.Ben madalyona dik bakmayı gösterdim çapraz da olabilir :D

Aşka dair...

on 16 Ocak 2009 Cuma


Bugüne kadar aşkı kitaplarda yaşadım.Bugüne kadar aşkı dizilerde yaşadım.Bugüne kadar aşkı filmlerde yaşadım.Bugüne kadar aşkı hep içimde yaşadım.Bugüne kadar aşkı aslında hiç yaşamadım.
Aşkı içime hapsetmek kendime yaptığım en büyük haksızlıktı.Oysa o saf duyguyu özgür bırakmak ve hak ettiğince yaşamak gerekirdi.

Aşk nedir dersen; aşk başkalarını göremeyecek kadar kör olmak demektir.Mecnunun Leylaya aşkı gibi, Ferhatın Şirine aşkı gibi...Varmı böyle aşklar şimdi? Ya da başkalarına bakamayacak kadar kör olabilirmisin şimdi?
Aşk çok çabuk kirletilip bir kenara atılacak kadar basit bir duygu değil,aşk ömür biçilecek bir duygu değil.Aşkı çok hafife alıyorlar ve çok çabuk tüketiveriyorlar.Sonra da adına aşk koyuyorlar aşkım bitti diyorlar.Ama yanılıyorlar.İçlerindeki heves ve şehvet duygularını aşkla karıştırıyorlar.
Gözlere hapsetmişiz aşkı gözlerimizle sevmişiz sadece.Tüm benliğimizle yaşamamışız sadece ve sadece bedenimizin küçücük bir parçasıyla ona anlam yüklemye çalışmış tüketmişiz yine...Oysa aşk bitmez,oysa aşk tükenmez,oysa aşk ateşi sönmez...
Aşk bir okyanustur,aşk bir sonsuzluktur.Sonsuz olan bir duyguyu harcayıp tüketmek imkanı varmıdır?...

Yapay aşkların kölesi olmuş gerçek aşkı unutmuşuz.Onu hapsederek nefsimize zulüm olmuşuz.Bir heves uğruna onu öldürmüşüz.Aşka dair ne biliyorsun ki...

Baskılardan kurtulun

on 10 Ocak 2009 Cumartesi

Hayatımızın her alanında var olan ve fark edip de dile getiremediğimiz,kendi içimizde çözmeye çalşıdığımız bir durumdur psikolojik baskı.Peki nedir bu psikoljik baskı?Aslında tanımı çok genişitir ve bunun üzerine bir kitap bile yazılabilir.Kısaca tanımlarsak:psikoljik baskı; parasal,konumsal,fiziksel,toplumsal,bilgisel (türkçeye yeni bir terim kattım :D ),kültürel vb. yönden güçlere karşı kendimizi eksik hissettiğimiz anda içinde bulunduğumuz durumdur.

Tanım biraz karışık gibi ama hepimizin ortak alanı olan okuldan örnek vereyim."Derstesin ve öğretmen o zamana kadar hiç bilmediğin bir konu anlattı ve konu üzerine sorular sormaya başladı.Algılama yetenekleri biraz daha iyi olan arkadaşların hemen soruları cevapladı.Ama sen konuyu anlamadın ve arkadaşların yüzünden de öğretmene anlamadığın yerleri soramadın.Bu durumda arkadaşlarının senin üzerinde kurduğu baskı yüzünden kendini sindirdin."Bu olay hepimizin başına gelmiştir.

Şahsen ben böyle bir duruma düşmüştüm.Aslında başarılı bir öğrenciydim ama okul hayatım boyunca ta ki üniversiteye kadar hep bu ve bunun gibi olayların gölgesinde yaşadım.Eminim bir çok arkadaşım da bu durumdaydı fakat kimse "salak durumuna düşmemek için"(çok yanlış bir davranış) anlamış gibi yapıyorladı ve kendi kendilerini engelliyorladı.Sen bu durumu nasıl aştın dersen; ilk olarak her şeyin farkına varmakla başladım.İlk fark ettiğim şey bende özgüven eksikliğinin olmasıydı.Aslında bu baskıların altında hissetmemizin nedeni ve en önemli kaynağıdır öz güven eksikliği.Bizim kültürümüzün aile yapısı genelde aşırı korumacı olduğu için bende öz güven eksikliğinin olması hiç de anormal değildi.İyi hoş güzel bütün bunların farkına vardım ama ikinci aşama neydi? İkinci aşama tabiki de harekete geçmekti.Bu eksiklik ve baskı yüzünden kendimi sindirdiğim için kişilğimi de gizlemiş oluyordum ve olduğum kişiden tamamen farklı olarak görünüyordum.Bu nedenle arkadaşlarım tarafından sesiz, sakin,ciddi vs. vs. vs. (ne kadar sıkıcı bir kişilik :D Hakkaten kendim de sıkıloyordum) olarak biliniyordum.Her ne olursa olsun kafamdaki düşünceleri bir kenara atıp ( ya salak duruma düşersem,ya rezil olursam,ya benden nefret ederlerse....bu ve bunun gibi bir çok düşünce) kendim gibi olmaya başladım.Baskılar nedeniyle oluşturduğum yapay kişilikten kurtulup tamamen doğal kişiliğime, özüme döndüm. :) Arkadaşlarım da bunu fark etti ve "Sen böyle değildin çok değiştin,aslında çok konuşkan ve espiriliymişsin"vb. gibi tepkiler almaya başladım.Değişen hiç bir şey yoktu sadece kendi içimde kurmuş olduğum setleri yıkmıştım.Şu an ufak tefek sorunlar yaşasam da artık bunların üstesinden gelmeyi biliyorum.

Bu anlattıklarım sadece okul hayatından bir örnekti.Eminim benim gibi bu sorunları yaşayan bir çok insan vardır.Size geldiğim noktayı söyleyeyim psikoljik baskı kurma üzerinde sosyal deney yapacak kadar kendimi geliştirdim. (tabi bu kötü bir davaranış bunu evde denemeyin sonuçları kötü olur :D) Son söz olarak setleri yıkın kendiniz olun,doğal davranın o zaman çevrenizdeki değişimleri fark edeceksiniz...